21 Ekim 2012 Pazar

Ben daha ne oluyor diyemeden kendimi boşlukta aşağı düşerken buldum.

Gözlerimi kapadım ve bağırmaya başladım. İşe yaramayacaktı biliyordum ama bağırmaya devam ettim. Belki otuz belki yirmi saniye sonra yerle bir olacaktım. Soğuk havayı daha çok hissediyordum şimdi, zangır zangır titriyordum. Derken kaya parçalanma sesi duydum. Sonunda yere düşmüştüm galiba, hey ama bir dakika yeri parçalayacak kadar kilolu değildim ki ben! Hem niye acı hissetmiyordum? Yoksa öldüm mü? İnsan ölünce etrafındaki sesleri duyabilir miydi? Çünkü o delinin kahkahalarını çok net bir şekilde duyabiliyordum da. Gözlerimi açmak istemiyordum ama içimdeki bir parça cesaret kırıntısı beni itekledi ve gözlerimi yavaşça açtım. Suda ki yansımam titriyordu fakat bedenim hiçbir şekilde yerle temas etmiyordu, ayaklarım bile. Havada asılı kalmıştım sanki. Şoktan kurtulunca yan tarafımdan gelen mavi ışık gözlerimi aldı ve gözlerimi kısarak başımı o tarafa çevirdim. İşte o an gerçekten nefesim kesildi.

Uzaylı Kız’ın kollarıydı bunlar… Ve çok yakındılar, uzatsam değebileceğim bir uzaklıkta. Dişlerimi sıkarak suya tekrar baktım. Uzaylı Kız yoktu burada ve o kollar benim… sırtımdan çıkıyordu. Altı tane, mavi ışık saçan örümcek kolları... Altısı birden yere saplanmış ve beni havada tutuyordu. Halüsinasyon olamazdı bu. O kollar, beni havada tutuyordu! Derken gürültüyle yerden çıktılar ve ufak su birikintisinin içine düştüm.

“Onlar hala var! Biliyordum! Hiç biri ölme…” dedi deli. Kafamı yukarı kaldırdım ve bayılmak üzere olduğunu gördüm. Sonra tuhaf hareketlerle olduğu yere yığılı verdi.

Etrafımda hala mavi ışık vardı. Kolları arkamda hissedebiliyordum. Ağırdılar. Hissedebildiğin bir şey gerçekten halüsinasyon olabilir miydi? Suya tekrar baktım, gitmemiş sadece küçülmüşlerdi. Yüzümün yaşlarla ıslanması uzun sürmedi. Sesim çıkmıyordu, istesem de çıkacağını zannetmiyordum zaten, sadece suya bakıp ağlıyordum. Göz bebeklerim korkuyla küçülmüş, suda ki bana bakıyordu. Allah aşkına neydim ben? Bu kolları da neyin nesiydi? Nasıl saklayacaktım ben bunları? Nasıl insan yüzüne çıkacaktım ben!? Siktir, işte şimdi hayatım mahvoldu. Öldüm ben. Kesin öldüm. Uzaylı Kız’dan bir farkım yoktu şuan, o da kolları gizleyememişti! Ama niye ben? Nasıl kollar benim sırtımdan çıkmıştı? Neden! Beynime hücum eden sorunların sayısı kavrayabileceğimden çok fazlaydı. O kolların gitmesi için dua ediyordum, gitmelerini gerçekten yürekten istiyordum ve bıçak bileme sesine benzer bir ses duydum.

Kollar gitmişti.

Hışımla gözlerimi sildim ve sırtıma dokundum. Evet, gitmişlerdi. Sevinç kahkahaları atmaya başladım, belki de gerçekten halüsinasyondu. Ama o zaman niye, beş katlı binadan düşmeme rağmen tek bir çizik bile yoktu üstümde? Emin olmak için, gerçekten halüsinasyon olup olmadıklarını anlamak için kolları tekrar sırtımda hayal ettim. Korkuyordum gerçekten orada belirecekler diye ama emin olmaya ihtiyacım vardı. Yoksa içimde ki bu kuruntu beni yiyip bitirecekti. Sırtım acıyla karıncalanmaya başladı ve hemen ardından bıçak bileme sesiyle beraber kollar hızla sırtımda belirdi. Bağırmamak için ağzımı kapattım ve kendimi geriye attım. Etrafım yine mavi ışıkla çevrilmişti.

Onlar gerçekti,

Korku ve şaşkınlıkla çarpılmış yüzümü çevirdim ve kollara baktım. Parlıyorlardı ve o mavi-beyaz sis içlerinde dans ediyordu. Dokunmak için titrek elimi onlara doğru götürdüm ve parmağımı hafifçe değdirdim. Tuhaf ama pürüzsüz ve sıcaklardı. Eldivenin altından bile hissedilebilecek kadar sıcaklardı. Yaşların yaktığı gözlerimi kapadım ve sırtımda olmadıklarını hayal edince, o ürkünç ses tekrar yankılandı. Gözlerimi açtığımda mavi ışık gitmişti, ışıkla beraber sırtımda ki o ağırlıkta gitmişti. Suya doğru eğildim, orada değildiler.

Kollar gerçekti ve onları istediğim gibi yönetebiliyordum.


Emin olmak için defalarca kolları çıkartıp göndermeye çalıştım. Tuhaf olanı ise hiçbir aksilik olmamasıydı. İstediğim zaman geliyor, istediğim zaman gidiyorlardı. Bununla beraber kalbimi büyük bir korku tufanı sarıyordu. Kendimden korkmaya başlamıştım. Oturduğum yerde suya bakarak düşünmeye çalıştım, aslına düşünmeye çalışmak için çalıştım, ama yukarıdan gelen inleme sesleri buna imkân vermiyordu. Deli adam mı uyanıyordu? Beş saat uyuması gerekiyordu, niye bu kadar çabuk uyanmıştı ki? Hışımla yerimden kalktım ve binanın önüne çıkarak merdivenleri tırmanmaya başladım. Tuhaf ama bu sefer nefes nefese kalmamıştım. Deli yerinde kıpırdanmaya çalışıyordu. Sırtımdan çıkan tuhaf kolları görmesi önemli değildi, çünkü yediği uyuşturucunun etkisiyle uyandığında bir saat önce ne yaptığını hatırlamayacaktı. Yerdeki tabancamı aldım ve yanına giderek ona doğrulttum. Yarı uyanıktı. Uyuşturucu ona doğru düzgün etki etmemişti, bir örgütten bahsediyordu, araştırılması gerekliydi.

Fısıldar bir şekilde, “Senin adın ne?” dedim.

Yüzüne yerleştirdiği korkuyla karışık gülümsemeyle, “Şahin Türkoğlu. Unutma bu ismi…” dedi. Hiç düşünmeden omzuna ateş ettim. Bu sefer gerçekten bayıldı. Tabancamı kılıfına koydum ve kemerimdeki ufak siyah tuşa tıkladım. Polise çağrı bırakmıştım, artık eve gidebilirdim. Bu tuhaf kollarımla beraber…